HİÇ

 

(ATALET)

  #Eylemsizlik  #Newton #1. Hareket Yasası #Friedrich Nietzsche #Nihilizm #Tasavvuf #Vahdet-i vücut #Fenafillah #İnsan-ı Kamil #Ene’l Hakk  #Hiçlik #Hallac-ı Mansur

#İbn Arabi #Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî, Muhammed Celâleddîn, Hudâvendigâr

          

 

     Epey uzun bir zamandır hiç yazmamış olmamın sebebi ile bu satırların içimden dökülüşünün sebebinin aynı olması, hayatımdaki yadsınmaz bir ironi belki de. Bahsi geçen konu içimde uzunca bir süre “eylemsizlik” “hareketsizlik” ya da “bir şey yapma isteğinden yoksunluk” olarak döndü durdu. İsteksizlikten- hareketsizliğe- eylemsizliğe- atalete- yokluğa(yok olma durumuna) ve oradan da “hiç”liğe uzanan bir seyir izledi düşüncelerim. Böylesi bir yol yürüdüğümü düşledim. Evet, bu bir düş-hayal yani- benim hayal etmekte olduğum şey. Neyi hayal ediyorum. Hiçbir şeyi!!! Hiçbir şey yapmamayı!!! Hiçbir şey yapmak zorunda olmamayı!!!  Öyle ki nefes almak dahil…

     İnsan içinde bulunduğu duygu durumunu anlatmaya kalktığında sözcükler ne kadar da kifayetsiz kalıyor. En kötüsü de benim anlattığımın aslında karşımdakinin anlayabildiği kadar olması. Oysa hissettiklerimin hepsini eksiksiz aktarabilmeyi ne çok arzuluyorum şu satırlarda. Bir başka handikap da acaba ben sayıp dökmeye niyetlendiğim kavramların, sözlerin anlamlarını layığıyla anlamış mıyım ki; şimdi derdimi anlatmak için Hallac-ı Mansur, Mevlana, Nietzsche, Newton gibi isimleri de alet ediyorum anlatma çabama. Had bilmezliğimin en büyük nedeni kendimi ve bu evrendeki yerimi bilme çabamdan geliyor. E böyle olunca da en büyük isimlere öykünmeyip ne yapayım ki?..

     Yok olmak istiyorum ben! Ama öyle, kendi hayatımdan sıkıldım herhangi bir araca atlayıp da ortadan yok olayım şeklinde değil.(Duyduğum kadarıyla Japonya’da insanlar bunu yasal olarak yapıyorlarmış.) Bense bu evrenden yok olayım istiyorum. Yani varlığımın en ufak bir zerresi bile artık var olmasın hatta artık değil, hiçbir zaman var olmamış olsun. Hem maddeten hem manen yok olsun. Velhasılı ‘hiç’ olsun.

     Nereden ve nasıl vardık buralara? Yorgunlukla başladı yolculuğumuz. Yaşamaktan yorgunluk ama. O büyük üstadın dediği sincap gibi yaşamaktan kaynaklanan bir yorgunluk.

 

     “ Yaşamak şakaya gelmez,

        Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın

        Bir sincap gibi mesela,

        Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey

         beklemeden,

         Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.”

          …

                                                             Nazım Hikmet Ran

 

     İşte öyle- yani nasıl ve nerde olursak olalım hiç ölmeyecekmiş gibi- yaşamaktan yorulunca başladı “Hiç”lik düşleme yolculuğumuz. Hakkıyla, layığıyla yaşamaya güç yettiremeyince ama yine de ölmek isteyecek kadar da korkak olmayınca başladı bu düş içimizde filizlenmeye. Kendimi “ Beni bi salsalar ne güzel yaşayacağım aslında” derken buldum. Hem de sık sık. Evrenin ne kadar da mucizevi bir yer olduğuna dair sarsılmaz inancımla üstelik. Şu caanım dünyanın dağları-ovalarıyla, yeşili- mavisiyle, güneşi-ışığı, ayı-karanlığıyla her gününün bir diğerinden daha değerli ve özel olduğunu düşünürken ayrıca.Yaratılanların kusurlu mükemmeliyetlerini fark ettikçe artan bir hayret ve hayranlıkla üstelik…

     “Ah yalan dünyada, yalan dünyada, yalandan yüzüme gülen dünyada” Neşet ustadan dökülürken sözcükler, o kadar da kifayetsiz değil sanki anlatmakta. J Demem o ki; o kadar hayran olduğum, yaşamanın her anını keyifle değerlendirmeyi bildiğim bu dünyanın geçiciliğinin çoktan vardım farkına. Bu benim farkındalığımın üstüne bir de nihilizm gibi felsefî bir düşünceden anladığım kırıntıları yerleştirinceeee! İradenin özgürlüğünü, bilginin kesinliğini, ahlak ve tarihin mutlak sonu olduğunu ya da bunun mutlak kabul edilmesini reddediyormuş nihilizm. Evrenin ve insan yaşamının özünde herhangi bir anlam taşımadığını; toplumsal, ahlaki ve kültürel değerlerin insan yapımı olduğunu ve mutlak bir gerçeklik taşımadığını savunuyormuş. Bu görüşlerde öyle bir isim çıkıyor ki karşımıza. Friedrich Nietzsche. Nasıl katılmam? İnsan pek çok yetenekle donatılmış bir varlık; doğrudur. Ancak baktığı aynada kendisini dev gibi görmekte, bunun doğruluğuna inanmakta ve var olan her şeyi kendisinin yaptığı fikrine kapılacak, işi daha da ileri götürüp “ kendisini tanrıya eş görecek, tanrı zannedecek” kadar da kibirli ve aptaldır.

     İşte bu noktaya kadar  Nietzsche ya da nihilizmle paralel olan fikirlerim bu noktadan sonra yani “ tanrının yokluğu” noktasında ayrılıyor ve kalbim başka  bir yola doğru akıyor. Tasavvuf ve tabii ki Hallac-ı Mansur ve tabii ki Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî… İçimi ferahlatan gönlümü genişleten Rûmî ve onun vuslat gibi gördüğü  “HİÇ”lik.

     İslam tasavvufu öğretisine göre, tüm varlıklar Allah’tan gelir ve O’na döner. İnsan da Allah’ın bir çeşit yansıması, görüntüsü olarak, kendi varlığını keşfettiğinde aslında Allah’ın bir parçası olduğunu fark eder. İşte Hallac-ı Mansur, insanın özünde Allah’ın bir yansıması olduğunu vurgulamıştır. Tabii kendi dönemi için biraz sert bir ifade ile söylemiş olabilir. “Ene’l Hakk” Ben Hakk’ım ya da Ben Tanrı’yım. Halbuki bu  İbn Arabi tarafından da geliştirilen vahdet-i vücud: evrendeki her şeyin özünün Allah olduğu; insanın  Allah ile bir olduğu düşüncesidir. Bu da bizi fenafillah kavramına ulaştırır. “Allah’ta yok olma” Fenafillaha ulaşmanın yolu da insan-ı kamil (olgun insan) mertebesinden geçer. Dile ne kolay, değil mi? :)  Sanki dalındaki olgun bir meyve artık o kadar çok olgunlaşmıştır ki dalında duramaz ve toprağa düşer; toprakta yavaş yavaş çürür ve yok olur ve toprağa karışıp gider. Artık meyve yoktur evet ama meyve ağacının topraktan çektiği o özün içerisinde yok mudur o toprağa karışıp giden olgun meyveden zerreler? Anlatması ne kolay değil mi? Dile ne kolay oldu. Asıl soru ise o olgun meyve olabilir miyim?

     Ben! Ben! Demeyi bırakamamış bir küçük, sıradan noktacık olarak, bu nasıl bir had bilmezliktir; değil mi? Öyle ya hem bu evrendeki önemsizliğinin ve etkisizliğinin bu kadar farkında olacaksın hem de  bu evrende ister felsefe ister din ister bilim aracılığıyla arşa çıkmış isimlerin düşüncelerine katılacak, doğruluğunu onaylayacak ve onların istediklerini kendin için isteyeceksin. İstemek, ah o istemek var ya –içimizdeki şeytan- o bence. Adı da nefs.

     Daha iyi anlaşılması için yolculuğumu kısaca özetleyeyim. Görece olarak ‘ iyi yetiştirilen; iyi olması gerektiğini düşünen ve iyi olmak, iyi yaşamak, iyi olarak yaşamak için didinen’ Şair Dante’ye göre yolun yarısını on geçerken yaşadığı yüzyılın hatta kendisinin henüz doğmamış olduğu, geçmiş yüzyılların bile ağırlığını üzerinde hissetmekten çoooooook yorulmuş bir insan. İnsanın insana, hayvana, doğaya, evrene ettiğinden yorulmuş bir insan. Bu insanın bugün geldiği noktada içinden geçirdiği bir istek bu “Hiçlik” Taşıdığın tüm sorumluluklardan, vicdani yüklerden, günahların dünyevi ya da uhrevi sonuçlarından azade, sadece ve öylece, koşulsuz şartsız; nasıl ki O’ndan geldiysem yine O’na dönmek isteği bu “Hiçlik”. Olmayacak duaya amin demek yani. “Keşke olsa” demek yani.

     E sormazlar mı insana: Sen bir küçük nokta olduğunun bu kadar farkındayken, kendi olmazlarının bu kadar farkındayken seni bu “Hiçlik” “ Ene’l Hakk” “Vahdet-i Vücut” isteğine-keşkesine vardıran ne oldu? Buna da cevabım yine bir büyük ismin bir büyük düşüncesi. Newton’ın 1. Hareket Yasası. Bu yasa der ki: Fizikte, bir cisim hareketsizse ve ya düz bir çizgide, sabit bir hızla hareket ediyorsa, bir kuvvet tarafından etkilenmediği sürece hareketsiz kalır. Ve ya düz bir çizgide sabit bir hızla hareket etmeye devam eder. Yani bu fizik yasasının benim içimdeki anlamı cisme dokunmazsan, o, her nasılsa öyle olmaya devam eder. Hareketsizse, hareketsiz kalmaya; hareketliyse hareket etmeye devam eder.

     İşte benim derdim bu. İçinde yaşadığımız şu tuhaf dünyada kişiyi ( burada kişi cisim oluyor) dokunmadan bırakmıyorlar. Yani fizikteki 1. Hareket Yasası’nı uygulamıyorlar. Hatta “dokunma” kavramı çok hafif kalıyor. Kişiyi-cismi- öyle bir etkiliyorlar, öyle bir kuvvet uyguluyorlar ki; her yön, açı ve noktadan bombardımana tutuyorlar. Asla kendi haline bırakmıyorlar ki; kendi kendine hareket mi edecek yoksa duracak mı, karar versin. Eylemsizlik hakkını yani cisimlerin hareket durumlarını koruma eğilimlerini görmezden geliyor ve iteliyorlar. Üstelik sen bir cisim olarak dışarıdan aldığın etki nedeniyle hareket etsen de  hareket etmeyip dursan da ağır eleştirilere maruz kalıyorsun. İşte benim derdim bu. Bu yazının başlığına karar verememe sebebim de bu. Yokluk ( yok olma) durumu desem bunca harikuladelikle dolu dünyaya bir şükürsüzlük gibi negatif bir istek; atalet deyince hafif bir yetersizlik-çaresizlik kokusu; hareketsizlik (eylemsizlik) isteği de bir tembellik çağrışımı; hiçlik ise varılması çok güç bir mertebe- arzu.

     Son olarak; gözümün önünde minik, sevimli bir yavru köpecik canlanıyor hep. Kendi sevimli kuyruğunu yakalamaya çalışırken dönüp duran.

Öyle masum dönüp duran.

Dönen…

İçimde belli belirsiz çalan bir melodi ve sözler…  

“Dünya dönüyor, her şey dönüyor, bu semalar, bu yerler, boşuna mı, değil.”

                                                      Özge Arslan hem dönüyor hem söylüyor.

Dünya dönüyor. Her şey dönüyor. Boşuna mı? Değil…